Timsal Karabekir

Cumhuriyet -Kadını

Soğuk bir Şubat günü sabahın erken saatlerinde kendimi Kazım Karabekir Paşa Müzesi`nde bularak; Buram buram tarih kokan, yaşanmışlıklarla dolu salonda, çalışma odasında, üst kat odalarda dolanabilmek! Karabekir Ailesi’nin onlarca anısı gözlerimin önünden geçerken zaman zaman hüzünlendiğim, zaman zaman ise notaların yankılandığı, hüznün de mutluluğun da kol kola gezdiği bu köşkte olmaktan inanılmaz mutluluk duydum. Yine ruhumun beslendiğine şahit olduğum çok özel anlar!

Birçok konuya ışık tutan kitapların yazıldığı, önemli kararların imzalandığı bu çalışma odası beni nasıl büyülemez ki! Zihnimde dolanan klasik müzik eşliğinde; her fotoğraf karesi, her obje, her kıyafet, her mobilya beni yakın tarihimizin derinliklerine götürürken, okuduğumuz ilginç hayatlar, hikâyeler gözümün önünden geçiyor ve kendimi büyüleyici bir zaman yolculuğunda buluyorum.

Oturma odasında yer alan sobanın yanına geldiğimde ise Timsal Hanım`ın anlattığı şu anlar gözümün önünden gitmiyordu "Babamın vefatı üzerinden 40 gün bile geçmeden “Meclis binasından çıkmanız gerekir.” dediklerinde; Kışın ortasında, Şubat ayında bu köşke geldik... O günlerin sadece soğuğunu ve ailenin ızdırabını hatırlıyorum. Güya soba ile ısınıyoruz ama hiç ısınamıyoruz.” Sobalı evimizde büyümüş biri olarak sobayı, ailece etrafına toplanmayı ayrı sevsem de Timsal Hanım’ın bu çocukluk anısı beni derinden etkileyerek, gözümün önünden gitmedi! Ne tesadüf ki o gün de oldukça soğuk bir Şubat günüydü.

Ve ben Timsal Hanım’ın kalabalık aile ortamlarını, soba başındaki sıcacık, neşeli anlarını gözümün önüne getirerek adım adım köşkün odalarını gezmeye devam ettim. Yine her yaz bu köşke geldiklerini, kalabalık akrabalarıyla köşkün coştuğu günleri de anımsadım. Her an bayram havasında olan o keyifli günleri! Timsal Hanım’ın anlattığı o zamanın Erenköy’ünü hatırladım; Leylak kokusunu, mor salkımları, menekşe güllerini, müzikleri, o güzel sesleri, güzel dostları, köşkleri, komşuları ve o köşklerin ahalilerini... Bir film şeridi gibi hepsi gözümün önünden geçerken, bu eşsiz anılara dokunabildiğimi hissetmek gibisi yok gerçekten!

Sevgili Timsal Karabekir Türk Tarihi’ne izler bırakan, Milli Mücadele’nin önemli ismi Doğu Cephesi Komutanı Kazım Karabekir Paşa’nın kızıdır. Timsal Hanım’ın bu eşsiz köşkteki çocukluk anılarını, hatıralarını ve babası Sevgili Kazım Karabekir’i kendisiyle konuşabilmek inanılmaz!

Pek çoğumuz Paşamızın siyasi ve askeri yönünü biliyoruz peki sanat, eğitim ve çocuklarla ilgili yönlerini ne kadar biliyoruz... Sevgili Timsal Karabekir ile derya deniz sohbetimiz sırasında bunların yanı sıra yine Paşamızın Kurtuluş Mücadelesi`ndeki rolünü ve hayatını konuştuk. Nasıl bir baba, nasıl bir eş, nasıl bir dost olduğunu ise Timsal Hanım’ın anlattıkları altında yatan duygudan anlayabilmiş olmak beni büyülüyor ve yakın tarihimize yaptığım zaman yolculuklarından alamıyordum kendimi!

Bu yolculuklarımda dönemin tanıkları bana eşlik ediyorsa ayrı bir büyüleyici olur; Değerli büyüklerimizle sohbetlere bayılır, inanılmaz ilham alırım ama Milli Mücadele`ye, Türk Siyaset ve Diplomasi Tarihi’ne adlarını altın harflerle yazdırmış bir aileye mensup olan Sevgili Timsal Karabekir ile görüşebilmek beni nasıl mutlu etmez ki! Derya deniz sohbetinin yanı sıra söyleşi anında eğlenmemiz, keyif almamız ise ayrıca büyüleyici idi. Ses kaydını dinlerken dahi ne kadar güzel gülmüşüz, eğlenmişiz dediğim birçok an oldu. Timsal Hanım ile tanışabilmek, keyifle sohbet edebilmemiz ruhumu da kalemimi de beslerken böylesi özel bir sohbet hayatımda da kalemimde de tarifi mümkün olmayan tatlar bıraktı!

Sevgili Timsal Karabekir ile sohbete başladığımız ilk anda “Tarihi geçmişi, milli mücadelemizde bu kadar emeği olan bir dede evi! Bütün evlatlarınızın Dede Evi! Çocuklarınız, torunlarınız için böylesi bir dede evine gelmek! Hele ki bizler için, geleceğe köprü olan gençler için bulunmaz bir nimet! Birçok söyleşinizde bu müzenin sadece kendi torunlarınız için değil “Hepimizin Dede Evi” olduğunu belirtiyorsunuz!”

“Evet çocukların, hepinizin dede evidir burası. Bana hep sorulur "Kazım Karabekir’in evladı olmak nasıl bir duygu?" diye. Bende “Sizin için Kazım Karabekir’in torunu olmak nasıl bir duyguysa benim içinde aynıdır.” diye cevaplıyorum. Burası gerçekten bir dede evi, gelip bu havayı solumaları lazım.”

Kazım Karabekir Paşa 1930 yılında Erenköy’deki şu anda vakıf olan bu köşkü satın alarak, 1938 yılına kadar ailesiyle burada yaşamıştır. Sevgili Timsal Karabekir’e “Kazım Karabekir Paşa bu köşkü satın aldığında köşke “Perili Köşk”, “Zürafalı Köşk” denirmiş değil mi?" diyorum.

“O tarihlerde buralar çok ucuzmuş ama babamın elindeki parası çok kısıtlı imiş. Burası Zürafalı Köşk diye anılırmış. Kadıköy’ün Erenköy’ün Zürafalı Köşkü! Maarif Nâzırı Mehmed Tahir Münif Paşa’nın yaptırdığı bir köşk. Bu Beyefendi de yaptırdığı evlere hep enteresan noktalar koyarmış. Bu köşke de ikinci kata ulaşabilecek, gerçek boyutlu bir zürafa heykeli koydurarak üç katlı inşa ettirmiş. Sonraları Münif Paşa burayı yıkıcıya vermiş. Babam burayı yıkıcıdan alıyor. O zamanlar burada sigara, tütün kaçakçıları saklanır, gelenin geçenin bazı eşyalarını, saatini, cüzdanını çalarlarmış. Eşyalar kaybolduğu için de halk buraya “Perili Köşk” demeye başlamış. Babam satın almak istediğinde ise “Paşam o köşkü alma, perili orası” demişler. O sırada da demiryolu ile köşk arasında bir zürafa heykeli var. Fakat zürafa heykeli sallanıyor ve rüzgâr estiği zaman acayip sesler çıkarıyor. Halk da bundan korkuyor. İkiz ablalarım da üç yaşındalar, küçük çocuklar için burası çok tehlikeli! Yıkılsa çocukların üstüne yıkılacak! Babam “Ben ulemâlara danıştım, burası perili köşkmüş ama bütün periler zürafanın kafasına yuva yapmışlar, onu indirirsek peri falan kalmayacak.” Olan o zavallı zürafanın kafasına olmuş.” diyor ve gülüyoruz.

“Yani halkın kafasına ulaşabilmek ve ikna edebilmek! Dolayısıyla burayı satın almış babam! Yukarıda evin eski fotoğrafları vardı, tahta ahşap bir ev! Babam tadilat yapıyor, babamın ölümünden geçtiğimiz yıllara kadar da böyle idi. Fakat arada hırsızlar girdi, kurşun boruları çaldılar, akan sular da tahtaları çürüttü. Yani bina yıkıldı, yıkılacak!”

“Köşk anne ve babamın ölümünden sonra miras nedeniyle kardeşler arasında çekilen kura ile ablam Emel Karabekir Özerengin’e kaldı. Ablam vefat edince eniştem Prof. Faruk Özerengin’e ve çocuklarına kaldı. Yani bizim buraya gelip çivi çakma hakkımız yok. Eniştemizin ön tarafa inşaat yaptırma hakkı var, oraya inşaat yaptırıyor. Yalnız müteahhite şart koşuyor; “Köşkün ilk katı taş, zemini sağlam, üst iki katı indireceksin ve yeniden yapılacak.” Üst iki kat yenilenince köşk sağlam bir şekilde bu hale geliyor. Eniştemiz alt katı bize veriyor. Üst katları kendileri kullanıyor. Eniştemin vefatından sonra ise yeğenim Gülden Gazioğlu üst katları da bize hibe ediyor. Dolayısıyla şimdi Kültür Bakanlığı’na bağlı bir vakıf kuruldu. Vakıf kurulunca köşk vakfa hibe oldu! Üç kişilik bir vakıf yaptık. İkiz ablalarımdan Hayat Karabekir Feyzioğlu hayatta idi, ablam da vefat edince kızı İclal Cankorel, Emel ablamın kızı Gülden Gazioğlu, ben kurucu üye ve vakfın yönetim kurulu üyesi olarak devam etmekteyiz”

Hemen ekliyorum “Maddi değerinden ziyade manevi değeri daha da büyük olan bu köşkü babanızın ilkelerini, anılarını sonsuza kadar yaşatmak adına; Eniştenizin ve devamında yeğeninizin köşkü sizlere devretmesi inanılmaz güzel, inanılmaz değerli” diyorum!

“Kesinlikle haklısınız! Yeğenimin de annesinden miras kalan köşkü Kazım Karabekir Müzesi haline dönüştürülmesi amacıyla Vakfa bağışlayıp, müzenin gelişimine büyük katkılar sağlamaya devam etmesi gerçekten çok önemli ve değerli. Hatta O yeğenim birazdan gelecek.” dediğinde tarihi anlara şahitlik edeceğimi henüz bilmiyordum!

Biz sohbetimize devam ederken bir saat geçti ya da geçmedi Rahmetli Emel Karabekir Özerengin’in kızı Gülden Gazioğlu geldi. Sevgili Timsal Hanım “Az önce konuştuğumuz eniştemin kızı, bu köşkü bize hibe eden yeğenim Gülden!” diyerek bizi tanıştırıp devam etti “Onun da çocukluğu bu evde geçti. “Nikâhın da bu evde mi oldu?” diye Gülden Hanım’a sordu.

Gülden Hanım “Hatta nikâhımıza İsmet Paşa geldi. İsmet Paşa içerideki odanın duvarına baktı baktı anneme “Emel kızım şurada şu resim vardı kaldırdın mı?” diye sordu. İsmet Paşa’nın en son geldiği düğün bizim düğünümüzdü!”

Gülden Hanım’a “Az önce sizi ve Sevgili Babanızı andık. Babanızın, devamında ise sizin köşkü hibe ettiğinizi duyduğum an inanılmaz duygulandım, şuan dahi tüylerim diken diken. Maddi değerinden ziyade manevi değeri daha da büyük olan bu köşk için verdiğiniz karar nasıl güzel, nasıl inanılmaz bir şey! Artık vakfın olan bu köşk hiçbir zaman miras olarak devrolmayacak, hep yaşayacak! Gelecek nesillere köprü olmaya devam edecek!"

Sohbetimiz hep birlikte devam ederken tarihi anlara şahit olacağım zamanlar gelmişti! Sevgili Timsal Hanım “Babamın bir tane rozeti var, kayıp! Nerede bilmiyoruz!” Gülden Hanım “Annemin düğme kutusundan buldum. Bu rozet sanırım, bir kısmı kopmuş. Bunu getirmek için geldim, sana bayram hediyem!" dedi teyzesine “Ne eşsiz bir bayram hediyesi ve ne güzel anlar! ” diyorum. Timsal Hanım “Nasıl mutlu oldum, valla şaşırdım!” diyor.

Gülden Hanım “Teyzeme diyorum “Çekmecelerimi açın, karıştırın hangisi annemin, hangisi anneannemin sen daha iyi bilirsin!” Bakalım bundan sonra daha neler çıkacak. Bu rozeti bulmak benim için de çok şaşırtıcı oldu!” diyor. Ve devamında rozeti müze görevlisi arkadaşımıza; Müze envanter sürecine dahil edilerek, sergilenmesi için teslim etti. Bu anlara şahit olabilmek ne kadar eşsiz bir şey!

Sevgili Timsal Hanım “Bu rozeti tam hatırlayamadım... Sanki benim çocukluk kafamda daha mı büyüktü bilemiyorum ama babamın yakasında gümüş, parmak parmak 6 ok gibi benzer bir rozetti. Babamın onunla resmi var mı bilemiyorum.” diyor.

Eminim ki başta Kazım Karabekir Paşa ve İclâl Karabekir olmak üzere tüm aile büyükleriniz bulundukları yerlerden sizleri izlerken; Anılarını, ilkelerini sonsuza kadar yaşatıp, çağdaş ve gelişen Türkiye için çalıştığınızı, Cumhuriyet’e hizmet ettiğinizi, her anlamdaki miraslarına gözünüzün bebeği gibi baktığınızı görüp, sizlerle gurur duymaya devam ediyorlardır!

Timsal Karabekir, Milli Mücadele’nin önde gelen komutanlarından ve büyük devlet adamı Kâzım Karabekir Paşa’nın adını, anısını ve ilkelerini sonsuza kadar yaşatmak için Kazım Karabekir Vakfı, Kazım Karabekir Müzesi ve Kazım Karabekir Kültür Merkezi’nin kurulmasına öncülük etmiştir.

Çağdaş ve gelişen bir Türkiye için; Sosyal yaşamın en temel gereksinimlerinden olan eğitim ve kültür alanlarında faaliyet göstermek üzere hayatı, fikirleri, anıları, konferanslarıyla yakın tarihimize ışık tutmaktadır. Türk kadınının her yönden gelişmesini sağlayarak, genç nesillere tarihimizi öğreterek, ulaşabildiği her noktaya yardım ederek ve tabii ki Türkiye Cumhuriyeti’ne hizmet ederek çalışmalarına devam etmektedir. Geçmişten geleceğe köprü kurmak için gençlerle sık sık buluşan Sevgili Timsal Karabekir’in yaptığı konferanslardan bazıları “Çanakkale’den Cumhuriyet’e!” , “Dünü unutma ki yarına hakkın olsun!” başlıkları altında toplamıştır.

Kurtuluş Savaşı’na ve Cumhuriyet’in kuruluşuna katılmış, üstün katkılar sağlamış bir paşanın kızı olarak “Ben Cumhuriyet kadınıyım ama benim de bir çabam olmadan bana da buyur dediler, hazıra konduk! Cumhuriyetin ilk yıllarında Türk kadınına altın tepside sunulan bu haklara günümüzde de sahip çıkmak çok önemlidir! Ve Türk kadını her zaman kendi ayakları üzerinde duran bir yapı ile devam etmelidir!” diyor.

Atatürk kadının ekonomik, sosyal ve siyasal yaşama aktif olarak katılabilmesi için bütün tedbirleri almıştır. Türk kadınına düşen ise bu hakları görev bilip onlara sahip çıkmaktır! Günümüz Türkiye`sinde karamsarlığa kapılmadan, aksaklıkların düzeltilmesi için çalışmaktır!

Sevgili Timsal Karabekir her söyleşisinde; Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş aşamalarını, kuruluşunu, devam sürecini ve sonrasının Türk kadını, ailesi, toplumu, kültürel ve siyasi yapısı gibi konuları ele alıp, önemini vurgulamaktadır. Tüm bu çalışmaları ve hizmetleriyle bir Cumhuriyet Kadını olarak her anlamda örnek teşkil etmektedir! Prof. Dr. Şayan Ulusan’ın Celal Bayar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi’nde yayınlanan “Cumhuriyet Kadınlarından Yaşayan Bir Örnek: Timsal Karabekir Yıldıran” gibi çalışmalara ışık olmuş ve biz kadınların yoluna ışık tutmaya devam etmektedir

Sevgili Timsal Hanım ile Kazım Karabekir Paşa’nın armalarını konuşurken, İsmet İnönü’nün kendisine hediyesi olan ve üzerinde TKK yazan armasıyla ilgili Doğu’da yaşadığı bir anısından bahsetti. Ben heyecanla “İsmet İnönü’nün sizin doğumunuz üzerine verdiği ve üzerinde TKK (Timsal Kazım Karabekir) yazmakta olan arma değil mi?” diyorum. “Evet hatta müzede yine armalar kısmında sergilenmekte...” diyor.

Hemen ekliyorum “Babanızla yaşayamadığınız kadar bir birinden değerli, önemli arkadaşlarıyla zaman geçirip anılar biriktirdiniz değil mi?” Timsal Hanım “Bu vatana sahip çıkıp kurtaran kişiler zaten benim yüreğimde ilk sırayı alır. Doğrudur İsmet Paşa ve Refet Paşa ile babamdan daha çok zamanım geçmiştir.”

Sevgili Timsal Karabekir, Refet Bele Paşa ile ilgili bir anısını şu şekilde aktarıyordu “Ablalarım 18 yaşında idi. Aramızda 14 yaş var. O tarih itibariyle hele bizim ailemizde tek başına gezmeye gidilemezdi. Ablalarım beni de aralarına alırlar ama ille Refet Paşa gelecek “Kızları gezmeye götüreyim.” diyecek, annem de izin verecek. Refet Paşam çok zarif bir beyefendi. Çok güzel giyimli, ufak tefek bir beyefendi. 3-5 adım yürürüz. “Durun çocuklar manzara çok güzel seyredelim!” der dururduk. Etrafa bakarız güzel manzara da yok, bunun ne anlama geldiğini anlamazdık; Şimdi ben bu yaşımda, özellikle merdiven çıkarken Refet Paşa’ya rahmet okuyorum! Her seferinde durup, yanımdakilere "Manzara seyredelim." diyorum! Meğer o 5-10 dakika dinlenmekmiş! Çok güzel insanlardı! Babamla yaşamadığım kadar O’nun O güzel arkadaşları ile yaşadım!”

Hemen ekliyorum “İlk dişinizin İsmet Paşa’nın sofrasında çıkması ve Paşamızın “Kahraman kız bak ağlamıyor!” demesiyle ilgili anınızı sizden duyabilir miyim?” dediğim an ”A aa her şeyi biliyor.” diyor tatlı bir gülüş ile! Yıllar geçse de o tatlı gülüşü gözümün önünden hiç gitmeyecek!

“Bu yemek babamla idi. Masanın bir ucundayım, İsmet Paşa da karşıda bir yerde, bunu hatırlıyorum ama babam, annem nerede oturuyordu hatırlamıyorum... Revani yerken dişim çıktı. Pedagog gibi insan “Bravo kahraman çocuk hiç ağlamadı!” dedi. Demek ki ağlanmayacakmış deyip kendime geldim! İlk dişim İsmet Paşa’nın sofrasında çıkmış oldu o akşam! İsmet Paşa uzun yıllar bir amca olarak hep yanımızda idi.”

“Babanızın milletvekili olduğu dönemler olduğu için kışları Ankara’dasınız, yaz tatillerinde ise Erenköy’e geliyorsunuz. O günün Erenköy’ünü yaşamak, Erenköylü olmak bir ayrıcalık değil mi?”

“Erenköy dediğiniz zaman babamla olan anılarımı, tüm anılarımın üstünde, yüreğimde tutarım ama Çalıkuşu Romanı Feride’nin az ilerde yaşadığı köşk, çıktığı ağaçlar... İnanın o sene hepimiz, o dönemin genç kızları Feride olmaya heveslendik. Azıcık da olduk galiba” diyor ve birlikte gülüşüyoruz. Hemen ekliyorum “Her biriniz Feride olmuşsunuz gerçekten, siz anlatırken direkt hissettim!”
Sevgili Timsal Karabekir sürükleyici bir şekilde anlatmaya devam ediyor “Gazeteci Refi Cevat Ulunay sabah 08:37 trenine bindiği zaman herkesin yeri belli! Ulunay Haydarpaşa’ya gidene kadar anlatır... Etrafına oturmak isteyen çok insan var... Ve gazetesinde Erenköy’ün bu sokağının tasvirini yapıyor. Sokağın adı o zamanlar Yeniyol idi. Yeniyol Sokak’da kavaklara sarılmış mor salkımlar, menekşe gülleri... Mor leylaklar kat kat...”

“Dediğiniz gibi babamın milletvekili dönemi olduğu için kışları Ankara’dayız, yaz tatillerinde Erenköy’e geliyoruz. Erenköylü olmak zaten bir ayrıcalık! O günün Erenköy’ünü yaşamak ise başka bir boyut! Erenköy gerçekten romanlara, hikâyelere mevzu olmuş güzel bir belde! Erenköy dediğiniz zaman o günün Erenköy’ünden mis gibi kokular, müzikler, o güzel sesler, o köşkler, güzel dostlar, komşular... Ve o köşklerin ahalisi... Farklı insanlardı! Birbirlerine gerçek dost, akrabalıktan da yakın insanlardı! O günlerin leylak kokusunu, menekşe güllerini sizlere aksettirebilir miyim bilemiyorum. Bahçeler gül ağaçları... Mesela Erenköy’ün bir öğlen saatini anlat deseniz; Arının vızıltısından ve gülün kokusundan başka bir şey anlamıyordum! O kadar güzeldi ki sanki zaman o an duruyordu! Her bahçede katmerli mor leylaklar, devamlı müzik radyoda veya canlı olarak. Gecenin bir saati, etrafta o kadar sessizlik var ki! Köşklerden birinin balkonundan güzel bir hanım sesi... Ud çalar ve o zamanın güzel şarkılarından birini terennüm ederlerdi.”

Hemen ekliyorum “Müzeye her geldiğimde minibüs yolundan yürürüm. Günümüzün Erenköy’ü yine apartmanlar ama bazı kısımlarda mahalle kültürü görebilmek beni çok mutlu etti. Eski tarz berber dükkânı, bakkal... Ve aynı benim çocukluğumdaki gibi amcalar taburelerine oturmuş, çayları ellerinde sohbet ediyorlar. Erenköy’ün anlattığınız halini düşündükçe bu büyüleyici film şeridinden çıkamıyorum gerçekten!”

Sevgili Timsal Hanım hemen ekliyor “Erenköy tren istasyonundan doğru gelirseniz vakıf dükkânları hiç bozulmamış! Haldun Taner’ in Fazilet Eczanesi Kitabı ve oyunu yine buradaki Afiyet Eczanesi’ni anlatıyor. Onun sahibi Nazmi Bey; Babam dâhil tüm Erenköy halkından kişiler uğrar Nazmi Bey’in dükkânında sohbet ederlerdi. Fikirtepe dediğimiz yer hemen ilerisi adı üstünde fikir telakki edilen yer! Bunların hepsi insan ruhuna hitap eden yerler! Komşuluklar, sesler, kokular başka! Çapraz karşımızda Dr. Hayri Eğmezoğlu’nun köşkü vardı, çok güzel beyaz bir köşk... Küçük küçük evler vardı buralarda... Kiralık olarak yazlıkçıların geldikleri yerler!”

Böylesi derya deniz sohbetten nasıl büyülenmeyeyim ki! Sohbetimizin her bir kısmı ayrı bir yazı konusu. Timsal Hanım’ın dediği gibi hepsi insan ruhuna hitap eden yerler! Çocukluk, lise dönemlerimde Haydarpaşa-Gebze Banliyö Tren Hattı’nı kullanırdık. Her bir istasyon durağını yıllar önce görmüşlüğüm vardı. Ama yakın zaman içerisinde özellikle restore edilmiş durakları gezme, görme ve yazma fikrim olmasına rağmen fırsat bulamamıştım. Erenköy Tren İstasyonu’nu, çevresini gezmek üzere ilk fırsatta gideceğim ve devamında da diğer istasyonları! Bu yolculuklarımı hafta içi sakin aralıklarda yapıp, heyecanla yazacağım tabii!

İstanbul’da her şey katman katman! Binlerce yıllık kültür mozaiğinin üzerinde otururken, şehrimizin birbirinden değerli mücevherlerini bulup keşfedebilmek aylarımızı, yıllarımızı alıyor; Gizemli bir kentin derinliklerine açılan her pencereyi istisnasız keşfederken, hikâyelerin âdeta gözümün önünden aktığına ve beni bulduğuna tekrar şahit olduğum anlar!

Afiyet Eczanesi gibi insan ruhunu besleyen mekânlardan nasıl etkilenmeyiz ki! Sevgili Haldun Taner Afiyet Eczanesi’nden esinlenerek, bu eczanedeki gözlemlerinden yararlanarak yazdığı oyunu için “Eczane bir bakıma sade bir ilaç laboratuvarı değil, bir insan laboratuvarıdır da. Oraya iki ayaklı ne konular gelir gider. Eczane bir mikrokozmos’tur. Bir yaşam dilimi yansıtmak istemiştim bu oyunda. Bizim insancıklarımızla örülü bir yaşam kesiti. Onların bütün kusur ve meziyetleri ile doğru yanlış bütün koşullanmaları ile sevinçleri, dertleri, sevgileri, kinleri, şakaları, tutkuları, duygusallıkları ve kalender felsefeleri ile… Sahneye, daha doğrusu eczaneye girip çıkan yirmi yedi insan göreceksiniz." diyordu.

Sohbetimiz öyle tatlı devam ediyordu ki, her biri bir yazı konusu olacak başlıklara değinmeye devam ediyorduk! Timsal Hanım “Caddebostan Gazinosu vardı. Deniz kenarında çam ağaçları içerisinde bir gazino. O gazinoya kimler geldi, ne yarışmalar yapıldı! Aklınıza gelebilecek bütün eski sazendeler, hanendeler orada konser verdi. Feyzi Aslangil Türk Sanat Müziği’nde o zaman yegâne piyanist İdi... Münir Nurettin Selçuk, Safiye Ayla, Perihan Altındağ, Gönül Yazar bunlar çok özel insanlardı... Bir birinden değerli birçok sanatçıyı izledik, güzellik yarışmaları yapıldı... Gazino içerisinde bir ağaç vardı. Eşimin de dediği gibi günümüzün Şahane Bakkal’ı oldu orası ama ağaç halen bina içerisinde durur!”

Hemen ekliyorum “Lise yıllarımda folklor oynuyordum. Bağlı olduğum Üsküdar Folklor Derneği Caddebostan Maksim ve Taksim Büyük Maksim Gazinolarının bir aylık programına dâhil olmuştu! Her akşam Caddebostan Maksim’de folklor oynardık. Bizim dâhil olduğumuz programda assolist olarak Safiye Soyman ve devamında Yıldırım Bekçi çıkardı. Çarşamba günleri kadınlar matinesi olur, bazı akşamlar ise Taksim Büyük Maksim’de çıkardık. Taksim binası tarihi bir bina idi!” Sevgili Timsal Hanım ara ara çocukluk anılarımı, ailemi ve konuştuğumuz konularla örtüşen anılarımı büyük bir ilgiyle dinlerken beni ayrıca büyülüyordu.

Keyifle Timsal Hanım`ın Caddebostan anılarına devam ediyoruz “Gazinonun bitişiği plaj idi, iki plaj yan yana! Çok keyifli, ayrı bir tadı vardı o yıllarda!” dediği an araştırmalarını yaptığım ama henüz yazamadığım Süreyya Plaj`ı çalışmalarımdan bahsettim. O kadar samimi ve içten “Ay yazın!” deyişi vardı ki halen kulaklarımda çınlıyor! “Bu konuları ayrı ayrı yazmasını çok seviyorum! O dönemin plajlarını kullanmış, sahili yaşamış biri olarak sizinle plajları ve çocukluk anılarınızı konuşmayı çok isterim.” diyorum.

"Tabii konuşalım çok iyi olur! Buradan Süreyya Plajı’na giderken trene binerdik. O zamanlar denize yakın yalı değil de trene yakın köşkler tercih edilirmiş. Deniz kenarı sinek çok olur, sorunlu bölgeler, tren yolu önemli denirmiş!” diyor ve gülümsüyoruz. Hepimizin ailesinde dedelerimiz, babalarımız zamanında benzeri durumlar hep yaşanmamış mıdır? Ve Sevgili Timsal Hanım hemen ekliyor “Çocukluğumuzda Bağdat Caddesi’nde bir adamcağızın salaş bir dükkânı vardı. Büyükada’dan bile “Şunu istiyorum” dediklerinde mal gönderirdi. Kuş uçmayan yere adam gelmiş su satıyor, herkes “Şaşkın buraya kim gelir.” derdi. Sonra herkes şaşırdı. Şuan ki Şaşkınbakkal!”

Bunca güzel anının, yaşanmışlığın üzerine hemen ekliyorum “Birçok söyleşinizde “O günleri hem yaşadım diye seviniyorum hem o dönemleri kaybettik diye üzülüyorum ama iyi ki görmüş ve yaşamışım.” diyorsunuz dediğim an

“Şu dönemleri yaşamış olmak gerçekten üzücü ama o dönemleri yaşamış olmak ayrı tat! O dönemleri yaşamış olmasaydık “Böyleymiş demek” deyip kabul edecektik. Şimdi kabul etmek zor tabii Erenköy dediğin zaman o kokuları istiyor insan! En basiti kokladığın menekşe bile is kokunca sükûtu hayale uğruyorsunuz”.

Köşkleri, yalıları, tarihi mekânları yazarken kendimi zamanda yolculuklarımda bulur, o anları birebir yaşarım sanki ve heyecanla kalemime sarılırım; Topkapı Sarayı’nın resmedildiği bir tablo düşünün! Asaleti, zarafeti ve ihtişamı ile saray kadınları bahçede, sarayın içinde tüm güzellikleri ile resmedilmişler… Ve aralarında ben! Sultan edasıyla, bahçeden saraya doğru salına salına yürüyorum. Başrolünde olduğum bir dönem filmi içerisindeyim adeta! 1930’ların Beyoğlu’nu yazdığımda bir Beyoğlu Hanımefendisi… Eski İstanbul’u yazdığımda ise asaleti ve zarafeti ile tarihi sokaklarda, tarihi binalarda dolanan bir İstanbul Hanımefendisi! Fark etmeden yaptığım bu yolculuklar beni çok mutlu ediyor ve yaratıcılığımı arttırıyor sanırım!

Sevgili Timsal Hanım yakın tarihimizi, babası ve annesi ile ilgili anılarını, köşkün coştuğu anları, o zamanın Erenköy’ünü, mahalle kültürünü, onlarca güzel anı anlattıkça; İlginç hayatlar, hikâyeler bir film şeridi gibi gözümün önünden geçiyor ve yine zamanda yolculuklarımda buluyordum kendimi... Zaman zaman da belgesel tadında dakikalarca izlemeye devam ediyordum!

“Kalabalık aileniz, Aydın’dan gelen akrabalarınız, babanızın bahçedeki fırını ve pişen yemekleri, pideleri... Yiyecek içecekleri soğutmak için kullandığınız kuyu... Coşkulu aile yemekleriniz... Her an bayram havası... Bu şirin bahçede gözlerimin önünden film şeridi gibi geçerken; Doğup büyüdüğüm halen yaşadığım baba evim ve bahçesi aynen sizin bahsettiğiniz tatta idi... Babamın elinden pideler, fırında pişen yemekler, her biri babamın-annemin diktiği onlarca meyve ağacı, babamın aşıladığı ağaçlar, güller, asmalar... Her çeşit üzümleri... El emeği kamelyaları! Kuyularımız... Ateş böcekleri... Ve her hafta sonu kardeşlerim, yeğenlerim ve akrabalarla ziyafetler! Bu güzel anılarınızda kendi ailemden o kadar çok şey buldum ki! Sizin güzel anılarınızı dinledikçe Sevgili Babamı, halen yaşadığımız bahçemizde akrabalarla, torunlarla yenen yemekleri, her an yaşanan bayram havasını ben de çok özlediğimi fark ediyorum. Bizler de babamın yadigârlarını gözümüz gibi koruyup devam etsekde babamsız bir o kadar da buruk! Her biri bayram tadında olan bu özel aile buluşmalarınızı sizden dinleyebilir miyim?”

“Babam ile tam 7 yıl! Yazları buraya geliyoruz, aile kalabalık bir aile! Aydın’dan gelen akrabalarımız... Bu köşk coşuyor! Her an bir bayram havasındayız! Bahçenin bir ucuna babam bir fırın yaptırmış, malasını da kendi atmıştı! Her hafta sonu o fırında yaptırdığı pideler, yemekler akrabalara sunulurdu. Günler neşe içerisinde geçerdi! Geceler ise ayrı bir güzeldi! Biliyor musunuz artık ateş böceğine rastlamıyoruz! Ama o günler şöyle bahçeye baktığınızda pırıl pırıl ateş böceklerini görürdünüz. Gerçekten güzel neşeli günlerdi! En çok da onları özlüyorum galiba! Babam yaşadığı sürece böyle idi... Babam sonrası annem de acısıyla bu aile geleneklerimizi devam ettirdi! Ama burukluk hep oluyor tabii”

“Erenköy o zamanlarda cennet bir köşeydi. Erenköy deyince köşkler ve çok büyük bahçeler! Bahçelerde meyve ağaçları! Bizim bahçemizde iki tane Trabzon Hurması vardı. Bahçemizin uç tarafında üzüm bağları vardı. Babam çok meraklıydı; Güllerin, üzümlerin aşısını kendi yapar, çavuş üzümü yetiştirirdi. Hatta geceden üzümlerimizi toplayıp ertesi gün “Paşam size üzüm getirdik.” diyenler oluyormuş!”

“Tabii köşkler deyince büyük büyük bahçeler içinde genelde ahşap, beyaz çok şık güzel köşkler vardı. O tarihlerde kuyu suyu kullanılırdı. Bizim de bahçemizdeki kuyuyu buzdolabı gibi kullanırdık. Karpuzları, meyveleri, suları kasalar içinde kuyuya salardık. O tarihte buzdolabı yok... Kasalarla karpuzların, suların kuyuya düştüğü çok olmuştur, kasaları boş çekerdik! Bu zor günlerin meşakkati çoktu ama keyfi de çoktu!”

“Babamla yaşadığım, adımlarımızı beraber attığımız bu sokaklarda hep yürüdüm. Çocuklarım burada büyüdü onlarla da burada yürüdüm. Bugün gene onların anıları ile yürüyorum! Gerçekten o günlere dönememenin ızdırabı farklı ama o günleri yaşamış olmak da farklı ve önemli! Derler ya bardağın dolu kısmı!”

“Babanızın “Temas olmazsa muhabbet olmaz.” sözü çok etkileyici! Bunu bilip, bu bahçeyi de görünce aile büyükleri ve etrafta cıvıl cıvıl koşturan çocukların neşesiyle bu köşkün coştuğu anlara gidebiliyorum. Zamanda yolculuklarım inanılmaz gerçekçi!”
“Evet babam “Temas olmazsa muhabbet olmaz!” Eş dost akraba birbirini arayacak! Birbirinden haberdar olacak, beraber olacak.” derdi ve buna çok dikkat ederdi. Bu köşk çocuklarla coşarken aynı zamanda her aşamada çocukların üretken olması da sağlanırdı. Mesela sofra kurma adabını çocuklara verirlerdi. Biz bahçede sofra kurarken o sofranın süslenmesi de lazım! Dökülen boru çiçeklerini iç içe koyar desenler yapardık. Çocuklara hem üretici ol, hem de bir şekilde faydalı ol mesajları verilirdi! Bahçıvanımız vardı ama annem babamın ölümünden sonra “Hadi bakalım yarışma! Kim en fazla ot toplayacak!” derdi. Topladığımız otları ayrı ayrı tartar “Şu kadarı 25 kuruş, şu kadarı 50 kuruş” derdi. Çoluk çocuk biz de yapardık... Mesela yemek bitmiş, sofrada sohbet ederken babam kemanını alır başlar keman çalmaya! Hatta notalarını da söyleyerek bize öğretirdi! Sadece Türk Müziği değil. Franz Schubert, Frederic Chopin, Robert Schumann bunları da babamın bize öğrettiği kemandan öğrenmişizdir. İşte büyümeye, anlamaya başladıkça babamın o sözü beni çok etkiledi.”

“Yedi yaşında babasını kaybetmiş bir kız çocuğu olsanız da bu kısa sürede baba sevgisini, şefkatini babasının davranışlarından hissetmiş bir kız çocuğuydunuz... Babanızın vefatının sizin doğum gününüz olması ise ayrı bir üzüntü veriyor... Ve vefat sonrası kışın ortasında bu köşke taşınmak zorunda kalmanız!” diyorum.
“Bu ev yaşayan bir evdi... Hemen hemen hiç boş kalmazdı! Özellikle eş dost akraba! Her doğum günümüz şölen gibi olurdu. Aile, eş-dost, akrabalar bir araya gelirdi. Bahçede bulunan fırının başında yemekler yapılırdı. Yedi yaşıma kadar bu evin içinde hatırladıklarımın başında her günü bayram olan bir aile!”

“Babanızın vefatı sonrası meclis binasından çıkışınız ve kış ortası bu köşke gelişiniz beni hüzünlendiren tatsız anılarınızdan” dediğim an;
“26 Ocak 1948 babamı Ankara’da kaybettik. 40 gün bile geçmeden “Meclis binasından çıkmanız gerekir.” dediklerinde, kışın ortasında Şubat ayında bu eve geldik! O günlerin sadece soğuğunu ve ailenin ızdırabını hatırlıyorum. Güya soba ile ısınıyoruz ama hiç ısınamıyoruz. Zor ve acı bir yıl geçirdik. Eş dost akraba bizi hiçbir zaman yalnız bırakmadı. Erenköy’ün kışı bugünler gibi değildi, kar yağdığında insan boyu olabiliyordu... O zamanın soğukları farklıydı... Bahçeler çok büyük... Hem keyifli hem zor geçen yıllardı. 1948 acı zor bir yıldı! Babamı kaybetmişiz... Yaz kış burada oturmak üzere gelmişiz.”

“O senenin Ekim veya Eylül ayı Zihni Paşa İlkokulunun 2. Sınıf’ına Zehra Uygur Öğretmenim ile başladım! Çünkü bu bahçede “Anaokulu açıyorum Timsal’e” diyen babam kendi okuttu beni! Anaokulu değil de babaokulu idi galiba! Benim ilkokulum “babaokulu”dur. Çünkü ilk öğretmenim babamdır. Babam hep yaşayarak bizlere örnek olmuştur. “Mesela babam hiçbir zaman ihtiyacı olan birine şu verilecek ya da verilmesi gerekli dememiştir. Bunu vererek örnek olmuştur!”

Kuşkusuz ki Sevgili Timsal Karabekir’in hayatını şekillendiren kişilerin başında ilk olarak babası Kazım Karabekir gelmektedir! Kendisinde oluşan bilinci babası ve Kazım Karabekir’in “Gerçekten bir Türk kızıydı” dediği annesinden aldığını birçok söyleşisinde fark etmiştim, bizim sohbetimizde ise bunun en derin hissiyatını damarlarıma kadar hissettim! İlk rol modeli ailesi olan Timsal Hanım’ın ailesinin yaşam şekli, aile içindeki saygı, sevgi ve ahengin kendisi için çok iyi örnek teşkil ettiğini görmemek imkânsız. Fotoğraflarda da gördüğümüz üzere tüm aile fertleri ile modern bir Cumhuriyet ailesi tablosu çizmekteler. Cumhuriyetin ilk yılları ve daha sonraki süreçlerde ailenin fotoğraflardaki ve müzede sergilenen kıyafetleri bunun en güzel örneğidir. Sevgili Timsal Karabekir ailesinden sonra ise sevgili öğretmenlerini sevgiyle anarak, rollerinin önemini ayrıca belirtmektedir.

İstiklal Savaşımızın önde gelen kahramanlarından olan Musa Kazım Karabekir Paşa’nın babası Karaman’a bağlı Kazım Karabekir İlçesi eşrafından, Mehmet Emin Paşa’dır. Babası İstanbul’da jandarma subayı iken Kazım Karabekir 1882 yılında İstanbul’da doğdu. Fatih Askeri Rüştiyesi’nde ve Kuleli İdadisi’nde okudu. 1902’de Harbiye’den, 1905 ’te Harp Akademisi`nden mezun oldu.

Bu tarihten itibaren kurmay yüzbaşı olarak orduya katıldı. 31 Mart Vakasını bastıran Hareket Ordusu’nda ve Arnavutluk isyanını bastıran kolorduda görev aldı. İmparatorluğun değişik bölgelerinde görev yaptıktan sonra Çanakkale Muharebelerine katıldı. Buradaki başarılarından dolayı albaylığa yükseldi. Irak Cephesi`nde görevlendirilen Kazım Karabekir burada İngilizlerle savaştıktan sonra 1917 yılında II. Kolordu Komutanı, 1918 yılında da I. Kafkas Kolordusu Komutanı oldu.

Kolordusu ile 1918 Şubat’ında Erzincan ve Erzurum’u, Rus askerleriyle takviye edilmiş Ermeni Ordusu’ndan kurtardı. Sarıkamış’taki kolordumuzla birlikle, Kars ve Gümrü’yü aldı. Bu hizmetlerine karşılık 1918 Temmuz’unda Mirlivalığa yükseldi. Kazım Karabekir Ermeni Ordusu’nu dağıttıktan sonra İran’ı, Azerbaycan’ı aldı ve burada İngilizleri yenilgiye uğrattı. Mütareke yapılıncaya kadar İran`ı Azerbaycan`ı ve bir kısım Ermenistan topraklarını hâkimiyetinde tuttu.

Mondros Mütarekesi imzalanınca, İstanbul’a çağırılan Kazım Karabekir Paşa İstanbul’da görev almanın, vatanın ve milletin yok edilmesine seyirci kalmak olduğunu anladı ve Atatürk’le anlaşarak Doğu’da görev istedi. 1919’da Erzurum’daki Şark Cephesi Komutanlığı`na atandı.

İstiklal Savaşı’nı başlatmak üzere Anadolu’ya gelen Atatürk’e en büyük destek Kazım Karabekir Paşa’dan geldi. "Bütün kolordumla emrinizdeyim. Bütün emirleriniz yine eskisi gibi harfiyen ve derhal yerine getirilecektir." diyerek eşi az bulunur bir vatanseverlik örneği sergiledi.

Kazım Karabekir, TBMM tarafından kendisine verilen bazı yerlerin kurtarılması görevini başarıyla yerine getirdi. Ermeni Ordusu`nu bozguna uğratarak Kars, Ardahan ve Artvin’i vatan topraklarına yeniden kattı. Gümrü ve Kars Anlaşmaları Onun başkanlığında imzalandı. Bu başarılarından sonra "Şark Fatihi" olarak anılmaya başlandı.

Atatürk’le her zaman yan yana ve Onunla birlikte olan Kazım Karabekir, Kurtuluş Savaşımızın her kademesinde görev aldı. Her görevi üstün bir başarıyla yerine getirdi! Kurtuluş Savaşı’nın bitmesinden sonra 1924 yılında Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı kurdu ve başkan seçildi. Bir süre sonra Atatürk’e İzmir’de suikast düzenleyenler arasına adı karıştırıldı. İstiklal Mahkemesi’nde yargılanan Kazım Karabekir suçsuz bulundu. Ancak, ömrü boyunca hemen her cephede Türk Milleti için savaşmış, büyük başarılar kazanmış, emrindeki askeri birliklerle hiç tereddüt etmeden Atatürk’ün emrine girmiş; İstanbul Hükümeti kararlarını dinlememiş bir kahramanın adının, böyle bir talihsiz olaya karıştırılması bağışlanmaz bir hata olmuştur. Nitekim bu duruma çok üzülen Kazım Karabekir siyasetten çekilmiştir.

Sevgili Timsal Karabekir farklı bir açıdan Milli Mücadelemizi o kadar güzel özetliyor ki... Bu açıdan düşünmüş müydük acaba demeden edemiyorum! “Hep bunu söylemeye çalışıyorum çok şükür Allah’a ki, Allah’ın bir lütfudur ki ilahi bir kadro yaratmış. Vatan için çok zor, sıkıntılı bir dönemde Mustafa Kemal’den, Ali Fuat Cebesoy’a, Cafer Tayyar’dan, İsmet Paşa’ya kadar! Tüm paşalarımızı tek tek sayın... Allah’ın hepsini aynı zamanda dünyaya göndermesi büyük bir mucize bizim için! Olmayabilirdi... Hepsinin aynı döneme denk gelmesi inanılmaz! İmkânsızı başarmışlar! O kadronun aynı dönemde, aynı okullarda okuyup arkadaş oluşları, vatan aşkı ve hepsinin aynı yürekle bu vatanı kurtarmak için kendi canını düşünmemiş olmaları! Ya da ben ne çıkar elde ederim diye düşünmemiş olmaları! Hasta adamın mirasını paylaşalım durumu yok! Yegâne elde edebileceğimiz çıkar özgürlüğümüz, bağımsızlığımız, cumhuriyetimiz! Bir külden bir kor çıkmış! İnanılmaz bir mucize! Ve o insanların birbirlerine olan bağları, inançları! Hepsinin yüreğinin Allah’a imanı! Çok önemli!”

“Birçoğumuz Paşamızın siyasi ve askeri yönünü biliyoruz. Sanat, eğitim ve çocuklarla ilgili yönleri, yetimler babası unvanına değinebilir miyiz biraz; Prof. Dr. Nuri Köstüklü’nün Kazım Karabekir ve Eğitim adlı kitabında 1918 yılında Edirne’de başlayan kimsesiz çocukların eğitimiyle ilgilenme sürecinin; 1919 yılında Erzurum ve Sarıkamış’da Paşamızın özel olarak kendisinin kurduğu okullarda, 6000 tane kimsesiz çocuğunun eğitimiyle birlikte devam ettiği belirtiliyor.” diyorum.
Sevgili Timsal Karabekir “Bizden önce 6000 evlada baba olmuş. Bu evlatlarına yazdığı Öğütlerim adlı kitabında da yer aldığı gibi 4000 ağabeyim 2000 ablam var.” diyor.

Paşamız çocukların sadece eğitimlerine ve ihtiyaçlarına odaklanmamış aynı zamanda geleceğe hazırlamak amacıyla sanat ve zanaat öğretilmesini sağlamıştır. Kunduracılık, terzilik, demircilik gibi birçok alanda! Çocukların herhangi bir sanatla, zanaatla meşgul olması nitelikli, kaliteli, iyi nesillerin iş gücü kazanarak ileriye, geleceğe doğru sağlam adımlarla ilerlemelerini sağlamıştır. Kazım Karabekir Paşamızın bu çabasının hem eğitim hem de sosyal katkısı inanılmaz önemlidir! Hele ki o dönemin şartlarını düşündüğümüzde; Kurtuluş mücadelesi devam ederken, askeri anlamda çok hareketli bir dönemin içerisinde yer alan Paşamızın bir taraftan da entelektüel anlamda bu kadar kapsamlı çalışmanın, hareketin içerisinde olduğunu görüp ilham almamak, gelecek nesillere gerek eğitim gerek sosyal katkı sunmamak mümkün mü?

Söyleşi anında maalesef atladığım için konuşamamıştık ama Halkevleri ve Köy Enstitüleri ile ilgili araştırmalar yapıyordum; Halkevleri ve Köy Enstitülerinden günümüze kadar gelebilen binalar nasıl değerlendirilmiş? Harap bitap düşenlerin son durumları nasıl? Yıkılanların yerlerinde neler var? Tüm bunları görmek, yerel halk ile görüşmek ve yazmak üzerine bir projem var! Böylesi değerli büyüklerimizle bu konuları konuşmak ise inanılmaz ilham veriyor. Yeni Moda Eczanesi’nin sahibi Sevgili Melih Ziya Sezer’i rahmet ile anarken, sohbetimiz sırasında bu konular üzerinde de konuşmuş ilgili yazımda az da olsa kaleme almıştım. Bir sonraki ziyaretimde Halkevleri ve Köy Enstitülerini de Sevgili Timsal Karabekir ile konuşmayı çok istiyorum.

Prof. Dr. Nuri Köstüklü’nün Kazım Karabekir ve Eğitim kitabını referans aldığımızda musiki ile tiyatro ile ilgilendiğini ve şiir yazdığını görüyoruz. Yine kitaba baktığımızda hayatta iken ve vefatı sonrası yaklaşık 34 yayınlanmış eseri, 20 yayınlanmamış eseri olduğu belirtiliyor.

“Babanızın yetim çocuklara karşı olan tutum ve davranışından da etkilendiğinizi, bu misyonu günümüzde düzenlediğiniz konferanslar ve çalışmalarla devam ettirdiğinizi görüyoruz. Hatta spora önem vererek; İşlettiğiniz tenis kortunda özellikle sokaktaki çocukların içeriye dâhil edilmesini sağlayıp, spor ile meşgul olmalarını ve sporun yararına dikkat çekmişsiniz!” dediğim an

“Babamın yaptıklarının yanında benim yaptıklarım çok az. Bizim aile geleneğimiz yardıma ihtiyacı olan çocuklara el uzatmak! Nefes almak gibi normal bir şey bu! Babam “Şöyle yap, böyle yap” diye ültimatom veren bir baba olmadı. Bizlere sadece örnek oldu ve bu daha tesirli oldu! Bu tenis kortunu çocuklarım biraz büyüdükten sonra kurduk. Çocukların o tehlike dönemini ya sporla ya müzikle atlatırım diye düşündüm. Büyük oğlum tenis dersi veriyordu diğer oğlum ise kafeterya işlerini yönetiyordu. Benim çocuklarımı da sokaktan diğer çocukları da buraya çekmeyi başardım evet!”

“Anneniz ve babanız göz hapsinde oldukları dönemlerde bu köşkte çok ızdıraplı günler de yaşıyorlar. Ama bunca olumsuzluklara karşın aralarındaki derin sayı ve sevgiyle tüm bunların üstesinden gelebiliyorlar!” dediğim an;

Sevgili Timsal Hanım “Ben o zaman yokum, ablalarımın zamanı. Vatan kurtulduktan ve Cumhuriyet ilan edildikten sonra Mustafa Kemal ile babamın siyasi nedenlerle aralarının açıldığı dönemler. Annem ve babam bu köşkte göz hapsinde olduklarında çok sıkıntılı, ızdıraplı günler yaşamışlar. Köşk basılmış, kitaplar toplanmış, maddi sıkıntılar diğer yandan! Hatta babamın şiiri vardır. İki Damla Gözyaşı! Ama ailemizde var olan ahenkli müziğin, sevginin, saygının gücüyle üstesinden geliyorlar! Kitaplarda da görüyorsunuz; Annem piyano çalar, babam keman çalardı. Yine ablam anlatırdı evin bahçıvanı bahçedeki ağaçlar için “Şu dalı keselim mi?” diye sorduğunda babam “Hanımefendiye soralım bir anısı var mı?” dermiş. Bu çok büyük bir incelik! Annem de babama karşı çok kibardı hep “Paşam” diye hitap eder, her gün başka bir ağacın altında keyifle kahvelerini içerlerdi. Ayrıca bizim hayatımızda “gül” çok önemliydi. Babam her gün masaya bir gül bırakırdı. Kışın gül bulamazsa da kâğıda “gül” yazarak bırakırdı. Hem çiçek olarak gül, hem de gülmek anlamında. Yüzün gülsün anlamında! Ben önceleri bunu pek anlamazdım. Sonraları tasavvuf ile biraz ilgilenince farklı şeyler hissediyorsun. Babam en üzüntülü, rahatsız olduğu zamanda bile bir gül ile odasına girer, çıktığında ise üzüntüsünden, sıkıntısından eser kalmazdı! Ve babam bu dönemleri çalışma odasında birçok konuya ışık tutacak kitaplar yazarak geçirmişti!”

“Anne ve babanız hakkında anlattıklarınızdan, gördüğümüz fotoğraflar, okuduğumuz kitaplardan da anlıyoruz ki aile içindeki ilişkinin temeli saygı ve sevgi! Bu normal dönemlerinizde hayatınızı şölene çevirirken, sıkıntılı günlerinizin ise daha kolay geçmesini sağlamış. Ne kadar değerli! Diğer yandan Atatürk vefat etmeden önce helallik için Kazım Karabekir’i çağırmış ama babanıza söylenmemiş değil mi?” diyorum.

“Ondan önce Dil Kurultayı’na çağırıyor Dolmabahçe’de... Ali Fuat Paşa’ya diyor ki “Çağır Kazım’ı konuşalım.” Babam da gidiyor, orada barışacaklar. Hatta “Fikirlerinden istifade etmek istediğim bir arkadaşımdır.” diyor Ali Fuat Paşa’ya. Ancak orada göz göze bile gelemiyorlar. Babam Atatürk ile görüşemeden dönüyor. Daha sonra komaya girmeden “Çağırın Kazım’ı helalleşmek istiyorum. ”diyor. Haber vermiyorlar. Ablalarım soruyor “Gider miydin?” diye. “Tabii giderdim. O, Mustafa Kemal!” diyor. Bir kader birliği var, vatanı kurtarmada etle tırnak olmuş insanlar onlar!”

Sevgili Timsal Karabekir babası ile Mustafa Kemal arasındaki siyasi fikir ayrılığı için her söyleşinde vurguladığı gibi “Asıl önemli olanın Vatanın kurtulması ve Devletin devam etmesidir!” derken Atatürk sevgisi, saygısı kendisinin gerçek bir Türk kadını ve paşa kızı olduğunu tekrar tekrar ortaya koyuyor!

Kazım Karabekir Paşamızın şiirlerini, kitaplarını, her bir notunu konuştukça hemen “Tüm paşalarımızda yazma alışkanlığı var, hayat boyu hep yazmışlar! Her şeyi ama her şeyi yazmışlar! Harbiye eğitiminin etkisi olsa da Kazım Karabekir Paşa ve diğer paşalarımız çocukluğundan beri yazmışlar değil mi?” diyorum.

”Tarihi yapan adamın tarihi yazması çok önemli! Bir vatanı kurtarıp, Cumhuriyet kurmuşlar! Bunu da günlükleriyle yapmışlar! Kuleli Askeri Lisesi’nde, Harbiye’de bu bir ders ama babam ve diğer paşalarımız çocukluklarından beri hep yazarmış! Günlük çok önemli, o günü yazıp nokta koyuyorsun ve sonra değiştiremiyorsun. Günlük iki konuda çok lazım; bir etrafında ne olmuş, onların belgesidir, unutma diye bir şey olmaz! İkincisi de kişinin kontrolü, kendi nefsinin terbiyesidir! Yani Kazım Karabekir Paşa yapılanları önce günlükleri ile sonra da İstiklal Harbimiz Kitabı ile yazmış! Babam Öğütlerim kitabında da gençlere nasihat olarak yazın demiş! Hele ki böyle bir Milli Mücadelede tarihe iz bırakan adımların gelecek nesillere miras bırakılması çok değerli!”

Müzede sergilenen kemanın içinden çıkan not kâğıdını hatırlattığımda ise “Evet kemanı içeride görmüşsünüzdür! O tarihte kaç lirete aldığı, İtalyan liretinin kaç Türk Lirasına tekabül ettiğine kadar yazıyor... Hangi tarihte, nereden aldığı gibi her şeyi yazmış!”

“Değeri hiçbir şey ile ölçülemez bu belgelerin, kitapların, notların sizlere, sizlerden de gelecek nesillere aktarılması; Cumhuriyet’imizin hangi zorlu koşullarda kurulduğunu tekrar tekrar gözler önüne serip, Cumhuriyet`imizi korumak ve daha sıkı sarılmamız gerektiğini bir anlamda yüzümüze çarpmaktadır! Ve Paşalarımızın gerek karakteristik, gerek ailevi, gerek eş-dost olarak her özellikleri bizlerin yoluna ışık tutarken, yeni nesillere örnek teşkil etmeye devam edecektir. Ben ayrıca sizler gibi ailelerle tanışıp, görüştükçe inanılmaz ilham alıyor heyecanlanıyorum. Böylesi anları kaleme alırken Sevgili Orhan Kemal gibi parmaklarımın rüzgârlaştığını hissediyor, kalemime hâkim olamıyor ve heyecanla yazmaya devam ediyorum!”

Sevgili Timsal Hanım “Ben okullarda çocuklara “Babamı biliyor musunuz? Benim babam şöyle böyle diye babamı anlatmıyorum. Benim babam kendisi yapmış ve kitaplarıyla da kendisini anlatmış. O görevini yapmış! Ben öyle bir insanın varlığını buradaki çocuklarıma, sizlere örnek olsun diye anlatmaya çalışıyorum.”

Babasının geç yaşlarında, üçüncü kızı olarak dünyaya gelen Timsal Karabekir doğduğunda, Paşamız 59 yaşında imiş. 26 Ocak 1948`de 7 yaşını tamamladığı gün ise maalesef babasını kaybetmiş. Babaokulun’dan sonra Erenköy Zihnipaşa ve İngiliz High School`u bitirmiş. 1960 yılında Birr Ayasbeyoğlu ile evlenmiş, bu evliliğinden üç çocuğu dünyaya gelmiş. Eşinin yedek subaylığını yaptığı Sivas Şimkürek Köy’ünde bir süre öğretmenlik yapmış ve babasının kitabının parasıyla köyün yolunu yaptırmış! Daha sonra bir süre ziraatla ilgilenmiş ve 1978 yılında Uğur Tenis Tesisleri’ni kurarak 1996 yılına kadar tenis ve spor faaliyetlerinde bulunmuş. İkinci evliliğini Atilla Köymen Yıldıran ile yapan Sevgili Timsal Hanım eşi ile birlikte Doğu ve Güneydoğu illerimizde bir seri konferanslar vermiş. Konferans konusu “Silahla değil kalemle savaşmalıyız!”

Tarihe, sanata, kültüre, doğaya adanmış koca bir ömrü dinleyip büyülenmemek mümkün mü? Sevgili Timsal Hanım sizinle tanışmak, sohbet edebilmek ne kadar güzel, ne kadar özeldi! Sohbetinize ve yazmaya doyamadım! Hep sağlıkla ve sevgiyle kalın.

Yazar’dan Not1: Kazım Karabekir Paşamızın askeri bilgileri için www. kazimkarabekir.gov.tr’den faydalanılmıştır.
Yazar’dan Not2: Prof. Dr. Şayan Ulusan’ın Celal Bayar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi’nde yayınlanan “Cumhuriyet Kadınlarından Yaşayan Bir Örnek: Timsal Karabekir Yıldıran” çalışmasından faydalanılmıştır.
Yazar`dan Not3: Prof. Dr. Nuri Köstüklü`nün Kazım Karabekir ve Eğitim adlı kitabından faydalanılmıştır.
Yazar’dan Not4: Dinlediğim birçok söyleşi, okuduğum kitaplar ve araştırmalar sonrası Sevgili Timsal Karabekir konuşabilmiş olmak!

Yorumlar